Bir yandan, yeni bir virüs hayatımızı tehdit ediyor; öte yandan, devlet müdahalesi ve denetimi için yeni kriterler oluşturmak üzere bu fırsattan yararlanmayı kafaya koymuş milliyetçi ve otoriter rejimler özgürlüğümüzü tehdit ediyor. Yaşam ile özgürlük arasında kurulmaya çalışılan bu ikili karşıtlığı kabul edersek eğer, bu salgın geçtikten çok sonra bile bunun bedelini ödemeye devam edeceğiz. Oysa bunlar birbirlerinin içinde saklı, birbirlerine bağlı mefhumlar. Aşağıdaki raporda, İtalya’daki yoldaşlarımız, ülkelerinde hüküm süren koşulları, giderek şiddetini artıran krizin sebeplerini ve İtalyan hükümetinin, gelecekteki krizleri daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramayacak şekilde, iktidarını pekiştirmek için bu durumdan nasıl faydalandığını anlatıyor.
Halihazırda yetkililer, insanları hastalanmaktan korumak yerine virüsün yayılma hızını denetlemeye yönelik bir strateji izliyorlar. Bu şekilde, sağlık sistemindeki yığılmaları önleyebileceklerini umuyorlar. Hayatımızın pek çok başka yönünde olduğu gibi, bu durumda da “kriz yönetimi” yürürlükte. Yöneticilerimizin, virüsten etkilenen herkesin hayatını korumak gibi bir niyeti yok – bu virüs patlamadan çok önce, yoksullar için tasalanmayı bırakmışlardı zaten. Daha ziyade, toplumun mevcut yapısını ve bu yapı içindeki algılanan meşruiyetlerini korumanın peşindeler.
Bu bağlamda, iki farklı felaket arasında ayrım yapabilmemiz gerekiyor: Bir yanda, virüsün kendisinin sebep olduğu felaket var; öte yanda ise, mevcut düzenin, bu salgınla baş etme –ve baş etmeme– yönteminin yarattığı felaket. Bizi kurtarmak için var olduklarına sorgusuz sualsiz inanıp kendimizi mevcut iktidar yapılarına emanet edersek büyük bir hata yapmış oluruz. Yöneticilerimiz “sağlıktan” dem vurduklarında, bizim beden sağlığımızdan ziyade ekonominin esenliğini kastediyorlar. Bu duruma bir örnek vermek gerekirse, ABD Merkez Bankası, daha geçen gün, borsayı canlandırmak amacıyla (500 milyar doları bankalara olmak üzere) piyasalara 1,5 trilyon dolar aktardı ama ABD vatandaşlarının çoğu hâlâ koronavirüs testi olamıyor.
Liberaller de solcular da Trump hükümetinin aczini eleştirirken, daha fazla devlet müdahalesi ve merkezî kontrol talep ediyorlar, ki Trump da halefleri de kendi menfaatleri uyarınca hiç kuşkusuz bunu yapacaktır – ama sadece salgına karşı değil, tehdit olarak algıladıkları diğer her şeye karşı.
Temel sorun, sağlık konusunda, merkezî denetimi varsaymayan bir söylemimizin olmaması. Siyasi yelpazenin bir ucundan diğerine, tüm sağlık ve güvenlik metaforlarımız, farkın dışlanması esasına dayanıyor (sınırlar, ayrıştırma, tecrit, koruma, vs.). Farkla pozitif bir ilişki kurmak (örneğin, ABD sınırları dışında kalanlar da dahil olmak üzere herkesin sağlık hizmetlerinden faydalanmasını sağlamak) amaçlanmıyor.
Beden sağlığını, toplumsal bağları, insan onurunu ve özgürlüğü birbirleriyle bağlantılı mefhumlar olarak kavrayacak bir esenlik anlayışına ihtiyacımız var. Krizler karşısında geliştirdiğimiz çözümler, tiranlara zaten sahip olduklarından daha fazla iktidar ve meşruiyet bahşetmek yerine, karşılıklı yardımlaşmayı temel almalı.
Tarihte bunun örnekleri var. Errico Malatesta’nın, üç yıllık hapis cezasıyla karşı karşıya olduğu halde, 1884 yılında memleketinde patlak veren kolera salgınını tedavi etmek üzere Napoli’ye döndüğünü biliyoruz. Bizden önce gelenler, hiç şüphesiz, bu mesele hakkında kafa yormuş ve adımlar atmışlardı ve biz de pekâlâ bugün bunlardan ders çıkarabiliriz. Bundan yalnızca birkaç yıl önce, bazı anarşistler, ebola salgınına anarşist bir bakış açısıyla nasıl tepki verileceğini analiz etmek gibi zorlu bir göreve soyundular. Sizleri, sağlığı devlet denetiminden ayıran bir söylemin nasıl geliştirilebileceği (ve özerkliğimizden feragat etmeden hep birlikte bu durumu atlatmak için ne gibi adımlar atılabileceğimiz) üzerine düşünmeye, yazmaya ve tartışmaya davet ediyoruz.
Şimdilik, birkaç hafta daha öncesinden beri bu krizle yaşayan Kuzey İtalya’daki yoldaşlarımızın gönderdiği aşağıdaki raporu sunmakla yetiniyoruz.
Salgın Günlüğü, Milano
16 Şubat, Lombardiya
İtalyan hükümeti, bugün, enfeksiyonun yayılmasını denetim altına almaya yönelik ilk kararnameyi çıkarttı.
Milano, saat 19:00: Bütün okulların ve toplanma yerlerinin kapatılacağına dair endişe hızla yayılıyor ve halkı ele geçiren panik duygusuyla birleşerek sahte-apokaliptik anların yaşanmasına sebep oluyor. Sanki savaşın eşiğindeymişiz gibi, süpermarketlere hücum ediliyor; insanlar bol miktarda solunum maskesi ve dezenfektan satın alıyor (incecik kâğıttan maskeler, güvenliği temsil eden bir toteme dönüşmüş durumda). Bağırış çağırışlar duyuyoruz; ağlayan insanlar görüyoruz; kitlesel paniğe tanık oluyoruz.
Kısıtlamalarla ilgili tevatürler duyulduktan sonra Milano, hiçbir zaman durmayan o büyük şehir, korkudan felce uğradı. Ama aradan birkaç saat geçtiğinde şehir yine eski canlılığına kavuşmuştu. Hatta, duyurunun yapıldığı günün ertesi sabahı, virüs korkusundan ziyade Milano’nun dillere destan gece hayatını (“Milano da bere”) kaçırma endişesi ortalığı kaplamıştı. Barlar ve tavernalar akşam 18:00’den sabah 06:00’ya kadar kapalı – anlaşılan virüs, gece vardiyası yapan proleterler gibi akşamları işbaşı yapıyor. Buna karşın, restoranlar açık – demek ki, içki içmeye gidince hastalanıyorsunuz ama yemeye gidince virüs, saygıdan size dokunmuyor. Aynı zamanda, okullar, üniversiteler ve diğer bütün toplanma yerleri kapatıldı.
Şubat Sonu
Bir hafta geçti ve Milano, taşranın New York’u olma heveslisi bu kent, durmuyor. Aynı şekilde virüs de ilerliyor ve paniğin daha da artmasına neden oluyor. Virüsün bulaştığı insanların da ölümlerin de sayısı artıyor – her ne kadar kurbanların büyük kısmı kalp-damar hastalıklarından mustarip yaşlı insanlar olsa da. Her yerde yine tecrit uygulanıyor – okullar, sinema ve tiyatrolar kapalı, öpüşmek ve sarılmak yasak – ama barlar, restoranlar, alışveriş merkezleri ve toplu taşıma açık.
Olağanüstü halin merkezinde virüs yok; asıl olağanüstü hal, bu “kozmopolit” şehirde hastalığı ilk yayan kişi, hayat pahalılığıyla mücadele etme mecburiyeti içindeki işçileri çaresizliğe sürükleyen ve son haftalarda “akıllı çalışma” [ağ bağlantısı üzerinden evden çalışma] adı altında yeni bir biçim alan ekonomik güvencesizliktir: İtalya’da daha önce hiç uygulanmamış olan bu yöntem, hiç kuşku yok ki, yeni taşeron sözleşmeleri ve dışardan tedarik düzenlemeleriyle önümüzdeki yılın yeni köleleştirme trendi olacak.
Başbakan Giuseppe Conte imzalı kararname Resmi Gazete’de yayınlandığına göre, şimdi ne olacak? Lombardiya bölgesinde virüsü kontrol altında tutmak için ilave kısıtlama ve önlemlerin süresi 3 Nisan’a kadar uzatılacak. Hem bölgeye giriş çıkışlar için hem de bölge içinde seyahat etmek için özel izne ihtiyacımız olacak; insanlar kendi kendilerini karantinaya almaya çağrılıyor; tüm okul ve üniversiteler kapandı – okumanın önemi olmadığını zaten hepimiz biliyoruz, fırsat bu fırsat, zaten yıllar süren bütçe kesintilerinden bitap düşmüş veli ve öğrencileri neden karmaşaya sürüklemeyelim? Bar ve restoranlar, müşterilerin birbirlerinden bir metre uzaklığı koruyabilmeleri şartıyla sabah 6 ile akşam 18:00 arası açık olacak; tiyatrolar, spor salonları ve diskotekler kapandı ama tüm büyük spor etkinlikleri seyircisiz devam edecek (burası İtalya – futbolsuz yaşanmaz); tüm kamusal toplantılar yasaklandı; düğün ve cenaze töreni yasak; orta ve büyük ölçekli alışveriş merkezleri, sadece haftasonu ve resmî tatillerde kapalı olacak.
Ortalama bir İtalyan, özgürlüğü üzerindeki bu kontrol ve kısıtlamalar karşısında ne yapar? Güneye gidemeyeceği için paniğe kapılarak Pulcinella gibi davranır: tren istasyonu ve otogarlara hücum eder; böyle yaparak, karantina altındaki Kuzey İtalya’yla birlikte, 8 Mart itibariyle hâlâ “güvenli” olduğu düşünülen Puglia, Kalabriya, Sicilya gibi bölgelere virüsün yayılacak olmasını umursamaz. Bu akşam [9 Mart] yüzlerce insan kırmızı bölgeden kaçmak için tren garı ve otogarlara akın etti, istasyon polisleri insanları sakinleştirmek için duruma müdahale etti.
Bir taraftan, koronavirüs taşıyanlar başta olmak üzere, kişisel sorumluluk üzerinde aşırı bir vurgu olduğunu görüyoruz; öte taraftansa devlet yeni kurallar dayatmak için acil durumu bahane ediyor. Kamu hastanelerinde yapılan kesintilerden söz etmiyorlar (son 10 yılda 45 bin hastane kapatıldı); başta hekim ve hemşireler olmak üzere ön saflardaki çalışanların durumundan söz etmiyorlar; sağlık sektörü üzerindeki olumsuz etkilerden söz etmiyorlar: diyaliz ve şeker hastalığı tedavisi gibi düzenli tıbbi kontrollerde aksamalardan, ağır sağlık durumu olanlardan bahsetmiyorlar – tüm ekonomik kaynakların “acil duruma” sevk edilmesiyle birlikte bu insanlar zaten en düşük düzeye çekilmiş haklarından dahi mahrum ediliyor.
Peki şimdi ne olacak? Bu “acil durumların” tarihsel sonuçları ne olacak? Son yıllarda İtalya’da her ne isim altında olursa olsun “olağanüstü durum” geçtikten sonra bile ortadan kalkmayan bir dizi baskıcı kanunun oluşturulduğunu gördük.
Bu ülkede olağanüstü halin yaratılması ve istismar edilmesi bizler için çok vahim sonuçlar yarattı. Mafyaya ve sözümona “terörizme” karşı savaş bahanesiyle yetkililer “özel yasalar” geçirdiler […]; 1992’de ise, şartlı tahliyesiz ömür boyu hapis cezasını getirdiler. Burjuva demokrasisinin giderek artan otoriter eğilimlerinin belki de en bariz örneğiydi bu. Analizi genişletmek için, son 20-30 yılda yoksulların ve statükoya şu ya da bu biçimde karşı çıkanların nasıl kriminalize edilip baskıya maruz bırakıldıklarını incelememiz gerekir.
Keza, “holiganlarla mücadeleye yönelik özel kanunlar”, 2006’dan itibaren, taraftarlar arasında en “gayri makbul” kesim sayılan ve polisle çatışmaya eğilimli olan yoksul banliyö gençlerini hedef almaya başladı. Bu kanunlar sözümona organize futbol kulüplerindeki “tehlikeli holiganları” hedef alıyordu, ama yıllar içinde grevleri ve toplumsal hareketleri bastırmak için de kullanıldılar.
Böylece, neredeyse sessiz sedasız geçirilen “Conte Kararnamesi”yle alelacele yürürlüğe konan ve “akıllı çalışma” koşullarında çalışanlar aleyhine işverenin elini güçlendiren kanuna geliyoruz. Bu tür kararnameler aracılığıyla, koronavirüsün yarattığı acil durumla açık bir bağlantısı olmayan birçok yöntemle, milyonlarca insanın haklarına el atıyorlar.
11 Mart
Dışarı çıkış izin belgesi üzerinde tahrifat yapanlarla ilgili yeni ve daha sert önlemler yürürlüğe kondu: suçüstü yakalanmanız halinde tutuklanarak altı yıla kadar hapis yatabileceksiniz. Karantinayı ihlal edenler “halk sağlığına karşı kasıtsız cinayet”le suçlanabilecek; karantinayı ihlal edenler arasında, yaşlı veya risk altındaki kişilerin ölümüne sebep olacak şekilde, öksürük ve ateş gibi COVID-19 belirtileri gösterenler ise “kasten cinayet”le suçlanıp 21 yıla kadar hapis yatabilecek. Gerekli önlemleri almadan veya başkalarını bilgilendirmeden COVID taşıyan insanlarla temas eden, onlarla sosyal ilişkilerini sürdürmeye veya birlikte çalışmaya devam eden kişiler için de aynı şey geçerli.
Ama bu tür bir baskı ayaklanmaya da yol açabilir. Hükümetin, görüşe ve havalandırmaya çıkma vs. gibi bazı haklarını almasına karşılık tutsaklar ayaklandı. 9 Mart itibariyle 50’den fazla tutsak ayaklanmalarda firar etti, 6 mahkûm ise öldürüldü. Salgın sırasında bile ceza davaları görülmeye devam ediyordu ama tutsakların mahkemeye çıkması yasaklandı – muhtemelen virüsü kapıp hapishane sisteminde sıkışmış insanlar arasında yaymalarından endişe ediliyordu.
12 Mart
Alışveriş merkezi, eczane ve bakkallar dışında iki hafta boyunca her yer kapatıldı. Tecrit ve karantinayla dünyadan yalıtılmış haldeyiz.
13 Mart
Dizleri üstüne çöktürülmüş İtalya’da nihayet bir isyan ruhu canlanıyor gibi. Bu akşam 18:00 için kararlaştırılmış, güruh halinde şarkı söyleme eyleminden bahsetmiyoruz – balkona çıkıp şarkı söyleme, tüm dünyaya “başarabiliriz” deyip her şey güzel olacak mesajı verme çağrısı değil söz ettiğimiz. Başka bir şey. Patronlar “grev sorumsuzluktur” diyor. İşçiler “işyerlerinde güvenlik önlemi yok” diyor. “Biz gözden çıkarılabilir değiliz” – “Önemsiz sayılıp ölüme yollanan askerler değiliz” diyorlar. İtalya’nın fabrikalarından bu şarkılar yükseliyor. Kuzeyden güneye, sendikalar ve işçiler gövde gösterisi yapıyor ve koruyucu önemler alınması için kendiliğinden greve gidiyor. Bu da bir şeydir.